Bu yaz uzun bir aradan sonra tekrar düzenli izlemek üzere farklı dizi arayışına girdik Çavlan’la. Benim için keyifli bir süreç olsa da, ne zaman bunları burada paylaşacak oluyorum o zaman kendimden ve zevklerimden duyduğum şüphe iyice artıyor. Bu yazıda anlatacağım ve yeni başlamış olan iki dizinin şu anda IMDB puanları 7.4 (Under the Dome) ve 5.6 (Siberia). Belki de bende bir sorun var ama ne kadar zorlarsam zorlayayım sabrım Under the Dome’u izlemeye yetmeyecek gibi gözüküyor, diğer yandan Siberia’da neler olacak garip bir şekilde merak ediyorum.
Under The Dome, Stephen King’in aynı isimli yaklaşık 1000 sayfalık romanından yola çıkılarak başlanmış bir dizi. Her ne kadar kitabı okumamış olsam da ve King’in kitaplarının ekrana uyarlanmış versiyonlarını pek sevmesem de bunlar heyecanlanmamın önüne geçemedi tabii -bu arada Stephen King, dizinin yapımcıları arasında da yer alıyor.
Dizi, Chester’s Mill isimli küçük bir Amerikan kasabasında geçiyor (yazarı sevenlerin tahmin edeceği üzere yine Maine’de yer alan kurgu ürünü bir kasaba burası). Her şeyiyle standart ve sıradan olan bu kasabayı bir gün görünmez bir duvarın aniden çevrelemesiyle içeridekilerin dışarıyla olan her türlü bağlantı kesilir; elektrik ve su hatları gitmiş, katı-sıvı-gaz herhangi bir varlık diğer tarafa geçememekte, sesler bile duvarı aşamamaktadır. Dışarıdakilerin “kubbe" (dome) ismini verdiği, sonradan silindirik değil tamamen küreden oluşmuş bir duvar olduğunu anladığımız şeyin içinde, bir yandan kaynakların azalması ve asayişin bozulması insanları birbirine düşürmeye başlayacaktır, diğer yandan da kubbeyle bir şekilde bağlantılı olduğunu düşündüğümüz garip olaylar baş gösterecektir.
Dizinin ilk bölümünden görüleceği üzere, kasabadaki tek ilginç şey bu kubbe değildir esasında, karakterlere baktığımızda hepsinin farklı sırları olduğunu görürüz (ya da sezeriz) ve belli ki bu sıradışı durumda bunlar işi daha da çok karıştıracaktır. Kasabanın yönetiminde söz sahibi olan Büyük Jim, kasabanın rahibiyle gizli işler çevirmekte, onun oğlu aşık olduğu kızı elinde tutmak için eksantrik yöntemler kullanmakta ve kasabalı olmasa da o gün diğerleriyle birlikte kubbenin içine hapsolmuş Barbie isimli yağız erkeğimiz, kasabanın güzel gazetecisinin kocasının kendi ellerinde son bulan gerçek akıbetini bilmesine rağmen kızımızdan saklamaktadır. Neden, çünkü kız güzel. Evet.
Under the Dome’la belki de şu yüzden uyuşamadık: 30’unu aşmış, az çok buna benzer dizileri izlemiş bir adam olarak, benim gibi biri için her şey fazlasıyla tahmin edilebilir ilerliyor. Yani kubbenin gizemini falan çözdüğümü iddia etmeyeceğim ama karakterler çok fazla stereotiplere sıkışmış durumdalar ve dahil oldukları olaylar da o kadar tahmin edilebilir ilerliyor ki, cümlelerini önceden tamamlarken buluyorum kendimi. Yani ben muhteşemim o yüzden oluyor diyeceğim (ki doğru!) ama tam ondan da değil yani.
Sırf olaylar ilerlesin diye karanlığa doğru “kimse var mı?” diye diye ilerleyen korku filmi karakteri sorunundan muzdarip her bir karakter. Yumuşak başlı siyahi radyo sunucusu kardeşimizin yanında takılan elektronik mühendisi ablamız (ki tabii ki bir nerd olarak kendisi şişman ve içe kapanıktır), yarattığı alıcıyla bulduğu ilginç bilgiyi nedense illa birine söylemek zorunda olduklarını hisseder, ve bu önemli bilgiyi mühendis ve kız kafasıyla yorumlayamayacağını düşündüğü için aklına ilk gelen kişi, böyle bir durumda ne gibi bir fayda sağlayacağı belirsiz büyük Jim efendi olur. Yaaani, maksat işler karışsın. Bunun dışında tek olayı sürekli diğerlerinin yardımına koşmak olan beyaz atlı prens yaradılışlı karakterler ve sadece diziyi ilerletmek uğruna sadece işine geldiğinde aklı çalışan karakterlerle (5 gün boyunca kayıp ablasını merak etmeyip, herkesin sığınağa gitmesi gerektiği duyurulduğunda bombalar patlamak üzereyken dışarıya çıkıp onu aramaya karar veren küçük velet gibi) dolu dizi. Bölümün başında anladığımız şeyleri, bölümün sonuna doğru kullanım kılavuzu niyetine zeki karakterin ağzından seyirciye açıklatmak da cabası.
Siberia, esasında diziye adını veren hayali bir reality show. Survivor'a benzer şekilde, önceden belirlenmiş sürenin sonunda son derece zor koşullara dayanabilen yarışmacının kazandığı bu program, Rusya’daki Siberya’da geçiyor, ki bilen bilir burada yer alan Tunguska’da 1908 yılında açıklanamayan büyük bir patlama olmuştur ve nedeni hep tartışılagelmiştir bugüne kadar. İşte bu ortamda, yarışmacılar, yıllar önce burada yaşayıp birdenbire ortadan kaybolmuş insanların geride bıraktıkları kulübelerde yaşayarak kışı geçirmeye çalışacak ve bahara kadar dayanabilen(ler) büyük ödülü kazanacaktır (sona kalan birden fazla kişi olursa, parayı kendi aralarında paylaşacaklardır). Burada dayanmaktan kasıt, zorluklardan yılmayıp “beni buradan alıp evime götürün” düğmesine basmamak. Tabii bu kontrol edilmesi zor ortamda, yapımcıların evdeki planı çarşıya uymaz ve yarışma sırasında garip şeyler olmaya başlar.
Şimdi kabul etmek lazım, ben bir Survivor fanatiğiyim (Amerikan versiyonunu kast ediyorum, ne yazık ki Türk versiyonunun formatı çok “değişik”). Hem bu formatın temel alınışı (ki öyle böyle değil, giriş jeneriğinin benzerliğinden tutun helikopterle alana gelen sunucumuzun mavi gömleğine kadar bir sürü gönderme var), hem de aynı Under the Dome'daki gibi “dışarıyla bağlantısı kesilen ve tehlikelerle yüzleşmek durumunda kalan grup” fantezisini seviyor oluşumdan dolayı ilk bölümden itibaren merakla başladım izlemeye. Ayrıca dizinin sunumu reality show’un sunumuyla elele gidiyor, dizi yarışmanın jeneriğiyle başlıyor (oyuncular isimleriyle tanıtılıyor), ve dizideki görüntülerin hepsi yarışma kameraları tarafından alınma (Blair Witch gibi). Ayrıca oyuncular bazen kameralara birebir konuşuyorlar ve kendilerine sorulan soruları yanıtlıyorlar aynı Survivor’da olduğu gibi, bu da oldukça ilginç olmuş.
Karakterler ise, bu izole ortamda olmaya başlayan sıradışı olaylarla birleşince aklıma hemen Lost’u getirmedi değil. Her durumda grubun iyiliğini kendi menfaatleri önüne koyan lider ruhlu ve atletik gıcığın önde gideni Neeko, Jack’e; dışardan sert gözüken ve “ben kendime bakayım siz kendinize” hesabı takılan oysa içinde yumuşak olduğunu bildiğimiz sarı saçlı kötü çocuğumuz Johnny, bir nevi Sawyer’a; sert yaratılışlı gözüken ve şimdilik liderin gizemli yancısı gözüken kel eleman da birazcık Locke’a benziyor sanki. Bunlar dışında, dışardan iyi gözükse de içinde neler döndüğünü pek bilmediğimiz esmer kızımız (o da bir nevi Kate), kazanmak için herkesin ayağını kaydırmaya hazır güzel Avustralyalı mankenimiz, güzel kızlara ilgisini pek gizleyemeyen sözüm ona kazanova dj’imiz, gözlüklü ve zayıf standart bilgisayar mühendisi nerd’imiz, biraz çekingen ve kırılgan uzakdoğulu kızımız, olmadık anlarda kaybolan ve tekrar beliren bir asker hatunumuz ve henüz pek olaylarını görmediğimiz diğer arkadaşlar da yarışan kişiler arasında.
Oyunculuklar ve karakterlerin yazımları pek ahım şahım diyemem ama benim için diziyi eğlenceli kılan zaten karakterler arası olan dinamiklerden çok, mekanın ve formatın ilginçliği oldu. Şu ana kadarki hali için konuşursak, aynı Survivor’daki gibi her bölüm yarışmaya dair yeni bir şey oluyor, ya yapımcılar gizemli kutuya (bir nevi treemail) bir şeyler bırakıyorlar, ya yarışmacılar ormanın derinliklerinde ilginç bir şey buluyor vs. Bir de bunların üstüne yapımcıların planlamamış olduğu, mekanın bilmediğimiz gizemlerinden kaynaklanıyor gibi gözüken farklı olaylar oluyor. Bunu daha ne kadar böyle devam ettirip heyecanı sürdürebilirler bilemiyorum ama şimdilik sıkılmadım.
İşte böyle. İki diziden birini izlemiş olanlar varsa, fikirlerinizi merak ediyorum, yorumlarınızı beklerim.
Under The Dome, Stephen King’in aynı isimli yaklaşık 1000 sayfalık romanından yola çıkılarak başlanmış bir dizi. Her ne kadar kitabı okumamış olsam da ve King’in kitaplarının ekrana uyarlanmış versiyonlarını pek sevmesem de bunlar heyecanlanmamın önüne geçemedi tabii -bu arada Stephen King, dizinin yapımcıları arasında da yer alıyor.
Dizi, Chester’s Mill isimli küçük bir Amerikan kasabasında geçiyor (yazarı sevenlerin tahmin edeceği üzere yine Maine’de yer alan kurgu ürünü bir kasaba burası). Her şeyiyle standart ve sıradan olan bu kasabayı bir gün görünmez bir duvarın aniden çevrelemesiyle içeridekilerin dışarıyla olan her türlü bağlantı kesilir; elektrik ve su hatları gitmiş, katı-sıvı-gaz herhangi bir varlık diğer tarafa geçememekte, sesler bile duvarı aşamamaktadır. Dışarıdakilerin “kubbe" (dome) ismini verdiği, sonradan silindirik değil tamamen küreden oluşmuş bir duvar olduğunu anladığımız şeyin içinde, bir yandan kaynakların azalması ve asayişin bozulması insanları birbirine düşürmeye başlayacaktır, diğer yandan da kubbeyle bir şekilde bağlantılı olduğunu düşündüğümüz garip olaylar baş gösterecektir.
Dizinin ilk bölümünden görüleceği üzere, kasabadaki tek ilginç şey bu kubbe değildir esasında, karakterlere baktığımızda hepsinin farklı sırları olduğunu görürüz (ya da sezeriz) ve belli ki bu sıradışı durumda bunlar işi daha da çok karıştıracaktır. Kasabanın yönetiminde söz sahibi olan Büyük Jim, kasabanın rahibiyle gizli işler çevirmekte, onun oğlu aşık olduğu kızı elinde tutmak için eksantrik yöntemler kullanmakta ve kasabalı olmasa da o gün diğerleriyle birlikte kubbenin içine hapsolmuş Barbie isimli yağız erkeğimiz, kasabanın güzel gazetecisinin kocasının kendi ellerinde son bulan gerçek akıbetini bilmesine rağmen kızımızdan saklamaktadır. Neden, çünkü kız güzel. Evet.
Under the Dome’la belki de şu yüzden uyuşamadık: 30’unu aşmış, az çok buna benzer dizileri izlemiş bir adam olarak, benim gibi biri için her şey fazlasıyla tahmin edilebilir ilerliyor. Yani kubbenin gizemini falan çözdüğümü iddia etmeyeceğim ama karakterler çok fazla stereotiplere sıkışmış durumdalar ve dahil oldukları olaylar da o kadar tahmin edilebilir ilerliyor ki, cümlelerini önceden tamamlarken buluyorum kendimi. Yani ben muhteşemim o yüzden oluyor diyeceğim (ki doğru!) ama tam ondan da değil yani.
Sırf olaylar ilerlesin diye karanlığa doğru “kimse var mı?” diye diye ilerleyen korku filmi karakteri sorunundan muzdarip her bir karakter. Yumuşak başlı siyahi radyo sunucusu kardeşimizin yanında takılan elektronik mühendisi ablamız (ki tabii ki bir nerd olarak kendisi şişman ve içe kapanıktır), yarattığı alıcıyla bulduğu ilginç bilgiyi nedense illa birine söylemek zorunda olduklarını hisseder, ve bu önemli bilgiyi mühendis ve kız kafasıyla yorumlayamayacağını düşündüğü için aklına ilk gelen kişi, böyle bir durumda ne gibi bir fayda sağlayacağı belirsiz büyük Jim efendi olur. Yaaani, maksat işler karışsın. Bunun dışında tek olayı sürekli diğerlerinin yardımına koşmak olan beyaz atlı prens yaradılışlı karakterler ve sadece diziyi ilerletmek uğruna sadece işine geldiğinde aklı çalışan karakterlerle (5 gün boyunca kayıp ablasını merak etmeyip, herkesin sığınağa gitmesi gerektiği duyurulduğunda bombalar patlamak üzereyken dışarıya çıkıp onu aramaya karar veren küçük velet gibi) dolu dizi. Bölümün başında anladığımız şeyleri, bölümün sonuna doğru kullanım kılavuzu niyetine zeki karakterin ağzından seyirciye açıklatmak da cabası.
***
Siberia, esasında diziye adını veren hayali bir reality show. Survivor'a benzer şekilde, önceden belirlenmiş sürenin sonunda son derece zor koşullara dayanabilen yarışmacının kazandığı bu program, Rusya’daki Siberya’da geçiyor, ki bilen bilir burada yer alan Tunguska’da 1908 yılında açıklanamayan büyük bir patlama olmuştur ve nedeni hep tartışılagelmiştir bugüne kadar. İşte bu ortamda, yarışmacılar, yıllar önce burada yaşayıp birdenbire ortadan kaybolmuş insanların geride bıraktıkları kulübelerde yaşayarak kışı geçirmeye çalışacak ve bahara kadar dayanabilen(ler) büyük ödülü kazanacaktır (sona kalan birden fazla kişi olursa, parayı kendi aralarında paylaşacaklardır). Burada dayanmaktan kasıt, zorluklardan yılmayıp “beni buradan alıp evime götürün” düğmesine basmamak. Tabii bu kontrol edilmesi zor ortamda, yapımcıların evdeki planı çarşıya uymaz ve yarışma sırasında garip şeyler olmaya başlar.
Şimdi kabul etmek lazım, ben bir Survivor fanatiğiyim (Amerikan versiyonunu kast ediyorum, ne yazık ki Türk versiyonunun formatı çok “değişik”). Hem bu formatın temel alınışı (ki öyle böyle değil, giriş jeneriğinin benzerliğinden tutun helikopterle alana gelen sunucumuzun mavi gömleğine kadar bir sürü gönderme var), hem de aynı Under the Dome'daki gibi “dışarıyla bağlantısı kesilen ve tehlikelerle yüzleşmek durumunda kalan grup” fantezisini seviyor oluşumdan dolayı ilk bölümden itibaren merakla başladım izlemeye. Ayrıca dizinin sunumu reality show’un sunumuyla elele gidiyor, dizi yarışmanın jeneriğiyle başlıyor (oyuncular isimleriyle tanıtılıyor), ve dizideki görüntülerin hepsi yarışma kameraları tarafından alınma (Blair Witch gibi). Ayrıca oyuncular bazen kameralara birebir konuşuyorlar ve kendilerine sorulan soruları yanıtlıyorlar aynı Survivor’da olduğu gibi, bu da oldukça ilginç olmuş.
Karakterler ise, bu izole ortamda olmaya başlayan sıradışı olaylarla birleşince aklıma hemen Lost’u getirmedi değil. Her durumda grubun iyiliğini kendi menfaatleri önüne koyan lider ruhlu ve atletik gıcığın önde gideni Neeko, Jack’e; dışardan sert gözüken ve “ben kendime bakayım siz kendinize” hesabı takılan oysa içinde yumuşak olduğunu bildiğimiz sarı saçlı kötü çocuğumuz Johnny, bir nevi Sawyer’a; sert yaratılışlı gözüken ve şimdilik liderin gizemli yancısı gözüken kel eleman da birazcık Locke’a benziyor sanki. Bunlar dışında, dışardan iyi gözükse de içinde neler döndüğünü pek bilmediğimiz esmer kızımız (o da bir nevi Kate), kazanmak için herkesin ayağını kaydırmaya hazır güzel Avustralyalı mankenimiz, güzel kızlara ilgisini pek gizleyemeyen sözüm ona kazanova dj’imiz, gözlüklü ve zayıf standart bilgisayar mühendisi nerd’imiz, biraz çekingen ve kırılgan uzakdoğulu kızımız, olmadık anlarda kaybolan ve tekrar beliren bir asker hatunumuz ve henüz pek olaylarını görmediğimiz diğer arkadaşlar da yarışan kişiler arasında.
Oyunculuklar ve karakterlerin yazımları pek ahım şahım diyemem ama benim için diziyi eğlenceli kılan zaten karakterler arası olan dinamiklerden çok, mekanın ve formatın ilginçliği oldu. Şu ana kadarki hali için konuşursak, aynı Survivor’daki gibi her bölüm yarışmaya dair yeni bir şey oluyor, ya yapımcılar gizemli kutuya (bir nevi treemail) bir şeyler bırakıyorlar, ya yarışmacılar ormanın derinliklerinde ilginç bir şey buluyor vs. Bir de bunların üstüne yapımcıların planlamamış olduğu, mekanın bilmediğimiz gizemlerinden kaynaklanıyor gibi gözüken farklı olaylar oluyor. Bunu daha ne kadar böyle devam ettirip heyecanı sürdürebilirler bilemiyorum ama şimdilik sıkılmadım.
İşte böyle. İki diziden birini izlemiş olanlar varsa, fikirlerinizi merak ediyorum, yorumlarınızı beklerim.
Yorum Gönder